17 Mayıs 2010 Pazartesi

Montessori okul toplantısı

Anne baba olarak bazı çalışmaları takip ediyoruz. Herşey kitap okuyarak öğrenilmiyor. Pazar günü Montessori okul projesi tanıtım toplantısına katıldık.Projeyi desteklemekle beraber, içinde olamamak benim için üzücü. Yavruları bu yıl okula gönderemesemde derneğe üye olmak isterim. Emel Çakıroğlu Wilbrandt'ın Montessori öğretmen eğitimi kursuna başladım. Öyle yoğunki program, bloğa vakit kalmıyor. Kalırsada çok geç yazılıyor.Bu yazı gibi. Aslında ikinci bir üniversiteyi okumak istiyorum. Çocuk gelişimi ile ilgili.Bu ara karar vermem lazım. Çalışıyor olmak ve okul okurken , çocuklara ayırdığım zamandan çalmak. Aklımı karıştıran tek şey bu. Her anlamda geçen zaman geri gelmiyor.... Toplantıdaki bazı konuşmalar fedakarlıktan uzaktı.Başka anaokullarında dahi bulamayacakları hizmetleri Montessori okulundan bekleyenler vardı. Burası emekle, riskle, binbir zorluğu aşarak tamamen gönülle kurulacak bir okul. Herkes elini taşın altına koysun. Armut piş, ağzıma düş diye beklemesin. İstanbul da başka Montessori Okulu yok. Montessori Okulu Tanıtım ve Bilgi

7 Mayıs 2010 Cuma

EKET Fuarı ve Montessori Söyleşisi

7 Mayıs cuma öğleden sonra işyerinden izin alıp fuara gittim. Zuhal ve Eylem hanımların montessori sunumları vardı. Sonra stand ta materyal tanıtımlarını yaptılar. Ertesi gün babayla birlikte gittik fuara. Kitaplarda yada nette gördüğüm materyallari tek tek inceleme şansı buldum. Hocaların hepsi son derece güleryüzlü ve paylaşımcı.Başka bir standta Emel hanımla sohbet ettik. Şimdilerde kendisi öğretmenim oldu. Biraz montessori okul projesinden bahsettik. Bu arada ilk defa duyduğum bir kavram vardı. Montessoriciler materyal kullanımında katı ve esnek olmak üzere ikiye ayrılıyorlarmış. Ayrıca başka firmaların standlarında da güzel malzemeler vardı. Yabancı bir firmadan büyüteçli böcek inceleme kavanozu siparişi verdim. İçine sinek, kelebek, arı yada herhangi bir zararsız böcek koyup, kaç tane bacağı var sayabiliriz yada başka özelliklerini inceleyebiliriz. Zuhal Bilir Meıer'in sunumundan notlar; Montessori eğitiminin geleneksel sistemden farkını anlatarak başladı konuşmasına. Gelenekselde yetişkinin kafa yapısı nasılsa çocuğuda aynı şekle sokuyor. Eğitimde zorlama var ve yetişkin çocuğu yönlendiriyor. Kitle eğitimi yapılıyor. İnsan doğasının iyi olmadığını ve kontrol altına almak gerektiğini düşünürler. Ödül, ceza, hiyerarşik öğrenci öğretmen ilişkisi ve sınırlama vardır. Çocuğun ne zaman yemek yiyeceğine, doyup doymadığına aile karar verir. Alternatif eğitimde ise herkes aynı anda öğrenemez. Hazır olamaz. Eğitim bireyseldir ve çocuk seçimlerinde kendi karar alır. Öğrenme ihtiyaç ve istekle başlar. İnsan doğasının iyi olduğu düşünülür. Baskıya gerek yoktur. Montessori metodunun temeli budur. Çocuk ailenin mülkü değildir. Kişiliğine , karalarına saygı duyulur. Çocuğa ne yapılırsa açıklanır. Maria Montessorinin kısaca hayatıyla devam etti söyleşi. 1870- 1952 yılları arasında yaşamış. 140 yıl önceki dönem. Tıp eğitimi aldığı yıllarda oldukça zorluk çekmiş. Kadınlar ve erkekler birlikte kadavra inceleyemiyor ve akşamları tek başına kadavra ile çalışıyor. Tıp tahsili sonunda zihinsel engelli çocuklarla yaptığı çalışmaların başarısından sonra normal çocuklarla çalışmaya başlıyor. Jean-Marc Gaspard Itard, Eduard Seguın, Jean- Jacques Rousseau, Jean Heinrich Pestalozzi, Friedrich Fröbell, Jakob Rodrıquez Pereira, Ellen Key ‘in düşüncelerini sentezleyerek bu metot oluşuyor. Hollanda, Hindistan, Amerika, İngiltere de yaşadığı dönemlerde yaygınlaşıyor. 1907 de İlk çocuklar evi kuruluyor. Aslında metot tam anlamıyla burada uygulanmaya başlanmıyor. Sınıf işçi çocuklarından oluşuyor. Çalışırken çocukları gözlemliyor ve metodun ilkeleri şekilleniyor. Burası bir yerde deney alanı olmuş Maria Montessoriye. Çocuklar kendilerine son derece güvenirler ve yeterince güçlüdürler. Gereksiz yardımlardan uzak durmak, kendi başına yapabilmesi için olanak sağlamak gerekir. Eğitim kişinin özgürleşmesinden gelir. Montessoride çocuklar iş yapmayı seviyor. Yüksek konsantrasyonları var. Yetişkinden bağımsızlar. Başkalarına saygılı ve çevrelerine duyarlılar. Ödülü, cezayı, korkuyu, yalanı red ediyorlar. Bir Montessori eğitimcisi çok bilgili ve iyi bir gözlemci olmalı. Her gün yeni öğretmen olarak gelecek. Kendini geliştirecek. Örneğin metal parlatma çalışması sırasında metal çeşitleri anlatılır. Gümüş-demir-pirinç gibi. Metaller nerden geliyorlar. Yerin altındalar. Kozmik eğitim sağlanıyor. Sonrasında metallerden oluşan albüm sunulabilir. Çocuk meraklandırılır. Eğitimci çocuğun nasıl, ne zaman , nelerden hoşlanıyor, arkadaşlarıyla ilişkisi , nerede zorlanıyor aynı zamanda tasarımcı, heyecanlı ama dışarıdan pasif görünen olmalı. Yapılandırılmış çevrede çocuk özgürce hareket etmeli , Çocuk bir adım önde gibi görünsede eğitimci daima aktiftir. Çocuk bağımsızlaştığı ölçüde özgürdür. Kendi ayakkabısını montunu kendisi giyecek. MM . çocuğa çalışan ve düşünen işçidir der. Söyleşinin sonunda Zuhal Bilir Meıer’in eşi beyin ve öğrenme ile ilgili bir sunum yaptı. Maymunlarla bir çalışma yapılıyor. Araştırmacılar başlarına elektrotlar bağlayarak beynin aktivitelerini ölçüyorlar. Birgün yemek molasında makineleri kapatmayı unutuyorlar . Maymunların yemek yememesine rağmen , çizelgeler yemek yer gibi çalışmış. Kimse onlara yemek vermedi ama yemek yiyenleri gözlemlediler. Bu öğrenmenin temeli 12 yıl önce keşfedilmiş. İzleyerek öğrenme . Bilinçli ve bilinçsiz zihin bu kurala göre hareket eder. Hücrelerimiz bizim kaderimiz değil. Yüzyıl önce Montessorinin beyinle ilgili açıklamaları bugün ispatlanıyor. Bugün ; meraklı ,soran, keşifçi, karıştıran , yeni şeyler bulan çocuklar sayesinde yaşıyoruz.

2 Mayıs 2010 Pazar

Anadolu Feneri

Birgün önce Rumeli Fenerinde dolaşmıştık. Karşıdan bakmıştık Anadolu yakasına. Orayıda görelim dedik. Trafikten uzak, her yer yemyeşil. Düştük yola. Karşımıza atlar, inekler, koyunlar da çıktı. Bu sırada yavrular camlara yapıştı. Arkalarından ağladılar. Yıllardır İstanbuldayız, nasılda keşfetmemişiz buraları.


Burasıda bir balıkçı köyü. Tepede Kalesi var Yoros. İpek ve Sencer kale içinden taş toplayıp ceplerini doldurdular. Kaleden manzaraya hayran olmamak mümkün değil. Gelip geçen gemilere gözlerim daldı. Buraya birde denizden gelmek var. Her durakta duran Boğaz vapurlarıyla. Yoros Kalesini geçtikten sonra Porazköy ve Anadolu Fenerine ulaşıyoruz. Poyraz köyününde yeşillikler içinde bir Kalesi var, Garipçe'nin gibi. Aşağıda kayaları döven dalgalar. Buralarda piknik yapanlarda az değil. Böyle bakir yerler şehirden uzaklaşmış havası veriyor insana. Sağlı sollu ağaçlıklı yollar, çiçekler, Toprak ve yosun Kokusu sakinleştiriyor adami. Daha ilerleyince Anadolu Fenerine geliyoruz. Yavrularla seke seke aşağıya yürüyoruz. Balıkçı restoranların önünden geçip, kulenin Dik merdivenlerinden Yukarı tırmandık. Kule bahçesinde taştan masanın üstünde oynayıp durdular. Ordan oraya koştular. Manzaranın fotoğraflarını çektik.Garip bir ruh haline girdim. Yıllardır bu fenerler ışığında Gemiler yönlerini buluyor.


Onca Mangal, balık, Izgara kokusundan sonra insanın karni acıkıyor. Akşam yemeğine şehre dönüyoruz. Beykoz Korusu Sosyal Tesislerine.
Ne iyi etmişizde gelmişiz. Hala aklımdan çıkmıyor. Boyle el değmemiş yerler görmek, Keyif Almak, Hayata farklı bakmak, yaşama Değer katmak için yavrularla keşiflere Devam.

23 Nisan ve Garipçe Köyü


Bugün Atatürk'ün çocuklara armağan ettiği Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutladık. Birkaç gün önceden İstanbuldaki etkinlikleri inceleyip program yapmak istesemde iş yoğunluğundan ve akşam eve döndüğümde sızmaktan hiçbişeye bakamadım. Aklımda Ali Sami Yen 'e  gidip gösterileri izlemek vardı. Cem de İstinyedeki ve Sarıyerdeki Sahil Güvenlik gemilerini ziyarete açmışlar. Sonrada onları gezeriz deyince program oluşuverdi.



Sabah erken kalkıp kahvaltıdan sonra hazırlanmaya başladık. Cicilerimizi giydik. Saçlarımızı taradık. Bu arada televiyonu açtım. Belki 23 Nisan 'a dair keyifli birşeyler vardır diye. Denizi hiç görmeyen çocuklar vardı ekranda. İstanbul da yaşamalarına rağmen. Gene üzülecek bişey buldum kendime, güle oynaya hazırlanırken. Nihayet düştük yola, stad ta aldık yerimizi. Benimkiler gibi daha birsürü minik vardı tribünlerde. Beraber oynayıp zıpladılar.  Başkaca çocuklarda gördüm törene katılan. Tişörtlerinde Lösev yazıyordu. Yüzleri maskeliydi. Onlarda çocuktu. Ne güzel, o kemoterapilere rağmen hayata tutunmak , zevk almak, bayram kutlamak. Hep beraber söyledik 10. Yıl Marşını.

Tören sonunda kıyı emniyeti gemilerini ziyarete gidemedik. Giderken Sencer , dönerken İpek uyuduğu için. Yol bizi Garipçe köyüne götürdü. Rumeli Feneri yönünde. Bahar kendini hissettiriyorken, iki yanı ağaçlık asfalt ve boğazın muhteşem manzarası. Öğle yemeği köyün sahilinde. Çocuklarda tabi su ve kumun içinde. Sonra balıkçılar ağ atınca bir yunus grubu yaklaştı hoplaya zıplaya. Kendimi Ege de tatilde gibi hissettim. Köyün kalesine tırmandık çocuklarla. Bakımsız ve sahipsizdi. Tam karşımızda ise Poyrazköy. Tepeden seyrettiğimiz bu manzara anlatılmaz.

Ressamlara bile ilham olmuş bu köylerden 3. köprü geçecekmiş. Ormanlar katledilecek. Bu sakin balıkçı köyü, çam kokusu, hafta sonu huzurla yapılan kahvaltılar, yıllarca bu köyde doğmuş büyümüş insanların üstünde iki köprü bacağı yükselecek. Beykoz  ve Sarıyer hep  kafa dinlediğimiz , ah bir nefes alalım dediğimiz , yavrularla koşup oynadığımız, enfes manzarasında iç çektiğimiz boğaz ve orman değilmi. Umarım yok olmazlar.